28 Nisan 2021 Çarşamba

Çelebi Şair Eray Canberk/ C. Hakkı Zariç

Çelebi Şair Eray Canberk

Kitap Kapağı: YKY Yayınları

Araştırmacı, yazar ve çevirmendir. Evet. Televizyon programı yapıp İstanbul’un sokaklarını arşınladığı da görülmüştür. Nicedir sadece şair dostlarımızın tabutlarını omuzlamak için konuk olduğumuz avlularda karşılaşıyoruz. Yılgıya karşı umudu tembihleyen odur, savaşa karşı barış şarkısı söylemeye o çağırır bizi, ölüme karşı yaşamdan yanadır. Emeğin yağmuruyla güzü yeşertmek için yazar.

bitmeden susarsa

bitmiş gibi türküsü

biliyorsanız eğer

siz sürdürünüz

“Başlayan ve Bitmeyen” şiiriyle gencecik yaşında yaşamı elinden alınanların bize bıraktığı mirasa bir mim koyan şairden bahsediyorum, Eray Canberk’ten.

Özellikle lise yıllarında öğretmenlerinin etkisiyle Sait Faik okuyunca dünyanın başka renklerini de gördü. Fark etti ki, 27 Mayıs’a giden yolda gazeteciler tutuklanıp basına uygulanan sansür daha bir hissedilir olmuştu.

1957 yazında Yaşar Kemal’in İnce Memed’ini okudu. İlericiliğin sosyalizme evrilmesinde romanlar, hikâyeler, şiirler yol gösterdi Eray Canberk’e. 1958’de, doğum gününde A. Kadir armağan etti ona abisi. Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo girdi hayatına. Döneminde de yok sayılan şairler yol gösterdi ona. Şükran Kurdakul ile 1958’de tanıştı, Yelken dergisine gönderiyordu şiirlerini. “Sizin yatkın bir diliniz var şiire, yeni çalışmalarınızı bekliyoruz,” demişti ona Şükran abi. “Her yazdığınızı şiir zannetmeyin, dinlendirin” demişliği de vardır. Yaklaşık beş yıl şiir yazdı ve hiçbir yerde yayınlatmadı o yanıtların üstüne. Derginin başına bir şey gelmesin diye adını hep gizlemişti Şükran Kurdakul oysaki. 60 Kuşağı şairlerinin Yelken’den geçtiğini kim inkâr edebilir ki?

Kendi kuşağının en geç kitap yayımlayan şairi Eray Canberk’tir belki de. Kuşak şairlerinin tümü ondan erken davrandı kitap yayımlatmakta. Belki saklı kalmasını istediğinden belki bir kitaplık külliyatı olmamasından… Bülent Habora el attı işe, şiir yayıncılığının Don Kişot’u. Habora Yayınları. Gürol Sözen yaptı kapak çalışmasını. Kuytu Sular kitabı 1969 yılında yayımlandı. İç kâğıdı, kapak kâğıdı, dizgisi dostlarının yardımlarıyla kotarıldı. Kitabın dizgisini Bekir Yıldız yaptı örneğin; Eray Canberk elindeki dosyadan okudu, Bekir Yıldız dizdi.

Türkiye İşçi Partisi kurulduğunda Çapa’da Yüksek Öğretmen Okulu’nda okuduğu için heyecanla karşıladığı partinin üyesi olmayı erteledi. Toplumcu gerçekçi şiirin şairi ve öğrencisi olarak ANT ya da YÖN dergilerinin de etkisiyle yazmayı sürdürdü. İçten içe karşı geliyormuş gibi yapsa da etkilendi elbette İkinci Yeni’den. Ebrular kitabı Eray Canberk’in hey gidi. Gençliğinde çatıştığı İkinci Yeni şairleriyle zamanla dost oldu. Dönemin toplumsal ve siyasal olaylarını şiirlerinde yoğurdu ve yeniden üretti Eray abi. Emekten, emekçiden, yoksuldan, alın terinden yana bir hayatı seçti ve yazdıklarıyla çelişik bir gün bile yaşamadı.

Bir güneşe uzanan dal gibi çocukların kollarıyla yekinir zamanın sözcüklerine; umudu çoğaltmak için kalemini temiz tutmaya özen gösterir Eray Canberk.

bulup bulup çıkardığım

ve bildiğim sözcükleri

kayıtsız şartsız verdim

buyruğuna savaşçı şiirin

birer anlam imgesi sözcükler

kullandıkça çoğalan ve güçlenen

Lise yıllarında biriktirdiği harçlıklarıyla Erenköy’deki istasyona sırtını dayayan kitabevinde İstrati ve Dostoyevski okudu. Türkiye edebiyatında Orhan Kemal, Sait Faik, Ömer Seyfettin etkiledi. Yaşar Kemal’in Teneke kitabını okuduğunda kırda olup bitenle yüzleşti. Nâzım’ın kitaplarının yayınlanmasıyla daha bir sesini buldu Eray Canberk. Haşet Kitabevi onun uğrak yerlerinden biriydi çünkü yabancı dilde kitap bulabileceği en önemli kitapçı orasıydı. Sabahattin Ali, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Halide Edip, Mehmet Seyda ve Fedailer Mangası da hamurunun mayasında yer aldı.

Sennur Sezer ile kuşaktaş ve Yeni a’dan akrabadırlar.

“Çelebi şair” derdi Enver Ercan kendisine. Ne güzel.

Karşılaşmanın bütün inceliğiyle Haldun Taner ve Tahsin Yücel’in öğrencisi olarak kucaklar insanı Eray Canberk. İstanbul’dan seslenir ama Türkiye’nin bütün gerçekliği onun şiirinde dinlenir. Halk şiirinin olanaklarıyla yazar ama Balzac okumuşluğunu Lenin’e bağlar söyleşilerinden birinde. Türkiye Yazarlar Sendikası’nın ilk üyelerinden biri olması, onun aynı zamanda yazarın/şairin örgütlü olması gerektiğine inandığını gösterir. Emin olun kuşaktan kuşağa takip etmektedir şiiri, okumaktadır. Kitaplarınızdan biri mutlaka kitaplığındadır. Orada değilse kütüphaneye bağışlamıştır.

Cilavuz Köy Enstitüsü’nde bir günlüğüne de olsa mesai harcamışlığı, yemek yemişliği vardır. Hemşeriliğimiz buradan gelir. Çelebi şaire erken açmış erik ağaçlarıyla selam olsun.

27 Nisan 2021 Salı

Eray Canberk ile konuşma (Sevda Türküleri - Dört Kıtadan Aşk Şiirleri üzerine)/ Gamze Akdemir

 

Eray Canberk: ‘Şair âşıklara da tercüman olmuş, yasaklara da kafa tutmuş! İşi de bu değil mi?’

Aşk denince, sevda denince ilk anda akla şiir gelir, sonra da şairler... Belki de bu nedenle şiir, insanın duygusal tarihinin en eski kaynakçası. Eray Canberk’in oluşturduğu Sevda Türküleri (Sözcükler Yayınevi) adlı bu küçük güldestedeki şiirler Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika ülkelerinin şairlerinden yapılan seçmelerden oluşuyor.

Fotoğraf: KADİR İNCESU

ŞİİR… İNSANIN DUYGUSAL TARİHİNİN EN ESKİ KAYNAKÇASI

Şair Eray Canberk… Yedek subay olarak iki yıl köy öğretmenliği (1964-1966), İstanbul’da ilkokul öğretmenliği (1969-1975); şiir, hikâye, deneme, inceleme, çeviri, yayıncılık (1975-1981), ansik­lo­pedi ve sözlük mad­deleri yazarlığı yaptı. Şiir Sanatı, Soyut, Yeni Gerçek, May, Yeni Edebiyat, Felsefe, Sanat Olayı, Milliyet Sanat, Broy, Yaşasın Edebiyat, Varlık'ta şiirlerini, yazı ve çevirileri yayımlandı.

Prévert, Desnos, Mao, Éluard, Mac­hado, Tahar Ben Jelloun, Césaire, Hemingway, London, Delahaye, Matena, Morris, Goscinny’den çeviriler yaptı. Çeviri şiir seçkileri hazırladı. Dünya şiirinden çevirileri de çeşitli kitaplarda yer aldı. Çok sayıda çocuk kitabı ve Red Kit’in bütün albümlerini, Ayşegül dizisini, Asteriks ve Pıtırcık’ın Serüvenlerini çevirdi.

Aralıksız okumaya, araştırmaya, yazmaya, düşünmeye devam ediyor. Yeni çalışması Sevda Türküleri - Dört Kıtadan Aşk Şiirleri (Sözcükler Yayınevi) adını taşıyor. 

Aşk denince, sevda denince ilk anda akla şiir gelir, sonra da şairler... İster duygu ile cinselliğin birbirini bütünlediği aşk olsun, ister yalnızca duyguya ya da ten çekimine dayanan aşk olsun ister tanrısal, ister insanî, ister eflâtunî ister cismanî, ister gizemsel olsun aşkı anlatmak için çoğunlukla şiir aracı olmuştur. Belki de bu nedenle şiir, insanın duygusal tarihinin en eski kaynakçası. 

Eray Canberk’in oluşturduğu Sevda Türküleri - Dört Kıtadan Aşk Şiirleri adlı bu küçük güldestedeki şiirler Avrupa, Asya, Afrika ve Amerika ülkelerinin şairlerinden yapılan seçmelerden oluşuyor.

Kendisini usta olarak değil şiir emekçisi olarak niteleyen ‘usta şair’ Eray Canberk ile yeni seçkisini ve elbet şiiri merkeze aldığımız uzun bir konuşma gerçekleştirdik. Bakın neler anlattı…

NOSSIS’TEN EL MELAİKE’YE ŞİİR

- Sevda Türküleri kitabınız genişletilmiş bir seçki. İlk basımından, bu seçkide kaç şairin yer aldığından ve kimlerin eklendiğinden söz etmenizi rica ederek başlayalım söyleşimize.

Bu seçkinin ilk baskısı 1982 yılında, bir başka deyişle 38 yıl önce yapılmıştı. Bu ilk baskıda 22 şair yer alıyordu. Seçki, günün birinde yeniden basılır umuduyla zaman zaman yeni çeviriler yapıyordum. Böylece yeni baskıda 54 şair oldu. Ayrıca adları bilinmeyen şairlerin şiirleri ve halk türküleri de eklendi seçkiye. 

İlk baskıdaki şairlerden yeni çeviriler de var. Eklenen şairlerin sayısı 32 olduğuna göre sadece birkaçının adını anmakla yetineyim: Nossis, Mihai Eminescu, Pierre Louys, Alfred de Musset, Nazik El Melaike, Betim Muço…

SEÇKİNİN İÇERİĞİ 2600 YILI AŞAN BİR ZAMAN DİLİMİNE TARİHLİ

- Hangi tarih aralıklarında yazılmış şiirlerden oluşuyor Sevda Türküleri? Hangi dönem ve uygarlıklardan şairler var seçkide?

Seçki eski Yunan’dan bir şairle, İÖ VI. yüzyılda yaşamış Anakreon ile başlıyor ve XXI. yüzyıla, günümüzde yaşamakta olan şairlere kadar geliyor. Demek ki 2600 yılı aşan bir zaman dilimi söz konusu. Bu zaman dilimi içinde XIX. ve XX. yüzyıl şairleri çoğunlukta. 

Uygarlığı kıtalar üzerinden ama ülkemizin konumuna göre değerlendirirsek Avrupa ve Asya kıtaları ya da bir bakıma Batı ve Doğu uygarlığı söz konusu diyebiliriz. Uygarlık denince, ayrıca özel ilgi duyduğum ve bilgi edinmeye çalıştığım Çin uygarlığının ürünlerini biraz kayırdığımı da itiraf etmeliyim. 

Çevirileri Fransızca’dan yaptığım için doğal olarak Fransız şairler çoğunlukta. Yeri gelmişken; diğer ülkeler şairlerinin şiirlerini Fransızca çevirilerinden yararlanarak çevirdiğimi belirtmeliyim.

‘ŞİİR AŞKA BİR SIRDAŞ VE BİR KORUYUCU GİBİ’

- Aşkı inceden özüne emanet almış bir koruyucu gibi şiir. Ve sizin yetkin deyişinizle, çoğunlukla bir aracı ve insanın duygusal tarihinin en eski kaynakçası. Yeni yayımlanan Sevda Türküleri - Dört Kıtadan Aşk Şiirleri adlı kitabınızın sunduğu evrende, aşkı hangi yaklaşımlarla, ne yoğunlukta bir içsellikle emanet alıyor ve aktarıyor şiir?

Aşk insanoğlunun temel duygularından, dolayısıyla ortak duygularından biri. Aşk denince bir varlığa, bir nesneye ya da genel kabul görmüş bir değere karşı duyulan gönül yakınlığı akla gelir. Daha çok da iki cins, kadın ve erkek arasındaki yakınlık, ilişki. Dilimizde kısaca “gönül işi” denmez mi buna zaten? Evet, aşk söz konusu olduğunda şiir bir sırdaş, giderek de bir koruyucu gibi. 

Değişik kıtalardan, ülkelerden, uygarlıklardan, toplumlardan yapabildiğim çevirilerde şunu gözlemledim: Şiirlerde söze dökülen duygular ortak, anlatılan durumlar ya da yaşanalar benzeşim içinde. Elbette her şairin bir söyleyiş biçimi var ve buna çevre, ortam ve toplumsal özelliklerini de eklemek gerekiyor. 

Bizim çok iyi bildiğimiz Leyla ile Mecnun ya da Kerem ile Aslı benzeri hikâyeler her yerde var. Kavuşamamak, kıskançlık, çekingenlik ve utangaçlık, gönül yarası, gönül kırgınlığı ya da kavuşma sevinci hep ortak. Değişen, dediğim gibi, şairin söyleyiş biçimi ve deyim yerindeyse “yerel renkler”.

‘HER KITA KENDİ KİŞİLİĞİNE GÖRE MISRA DÜŞÜRMÜŞTÜR AŞKA’

- Sunduğunuz bu güldeste Avrupa, Asya, Afrika, Amerika kıtalarının şiirinin, aşkla o evrensel, kaçınılmaz temasını, deneyimini, yeri gelince sınavını, yeri gelince çatışmasını ya da hesaplaşmasını ortaya koyuyor. Biçem farklılıklarıyla hangi kıta nasıl mısra düşürmüş aşka? 

Duygusal kavrayışta temelde fark yok ama kıtalar söz konusu olunca söyleyiş biçiminde ya da biçemde iş değişiyor. Biçemde öznelliğe ek olarak yerellik ve toplumsal yapı giriyor işin içine. 

Söz gelişi Avrupalı bir şairle Afrikalı bir şair arasında yalnızca coğrafya, yaşanılan doğal ortam açısından değil; tarih, gelenek, görenek, toplumsal/siyasal yaşam açısından da farklar var doğallıkla. 

Çevirmen ya da okur olarak biz kıtaların doğasını, tarihsel ve toplumsal/ siyasal serüvenini az çok biliyorsak şiirlerini de, bir bakıma “önyargı” ile diyelim, buna göre konumlandırıyoruz ve değerlendiriyoruz. 

Belki kaçamak bir cevap ya da açıklama olacak ama, duyguların ortaklığını hep yedekte tutarak şöyle denebilir: Her kıta kendi “kişiliğine” göre diyeceğim, mısra düşürmüştür aşka. 

‘ŞAİR AŞIKLARA TERCÜMAN OLMUŞ, ARKA ÇIKMIŞ’

- Aşka ister istemez dışarıdan karışmalar, müdahaleler oluyor kuşkusuz. Seçkideki şiirlerde bu durum seziliyor mu? Aşk konusunda toplumsal/siyasal, dinsel tepkiler ve günümüz deyişiyle “mahalle baskısı” şairde ve şiirde nasıl etki yaratmış?

İki gönül bir olunca, deyim yerindeyse “dünya vız gelmiş” aşıklara. Elbette bunun tersi durumlar da olmuş. O zaman da acılı, üzünçlü ve de hüzünlü aşk hikâyeleri çıkmış ortaya. 

Şair için de aynı durumlar söz konusu. Üstelik, söyleşimizin başında “Aşkı inceden özüne emanet almış bir koruyucu gibi şiir.” demiştiniz ya, işte tam da öyle. Şair aşk konusunda yalnızca kendi bireysel duygularını, serüvenini şiire dökmemiş aşıklara da “tercüman” olmuş, arka çıkmış. Yasaklara kafa tutmuş, engelleri yıkmaya çalışmış. Şairin, kendileyin (ben “bizatihi” yerine “kendileyin” diyorum) işi de bu değil mi?

ERAY CANBERK’İN ŞİİR VE ŞİİRCE’Sİ

- Hoş bir rastlantı; sizin seçkiniz çıkmadan bir süre önce sizinle ilgili Dr. Şener Şükrü Yiğitler’in yazdığı, “Eray Canberk’in Şiiri ve ‘Şiirce’si” adlı bir inceleme de yayımlandı. Yaşamınızı, sanatınızı, yapıtlarınızı ve şiir üzerine düşüncelerinizi bir bütün olarak ele alan bu inceleme hakkında ne düşünüyorsunuz?

Böyle bir kitabın varlığından haberim yoktu. Öğrenince hem çok şaşırdım ve hem de çok hoşuma gitti açıkçası. İncelemeyi yapan Şeref Şükrü Yiğitler 1984 doğumlu genç bir edebiyat araştırmacısıymış. Belli, çok emek verilmiş, ayrıntılı bir çalışma. Kitabı okuyunca “Beni benden iyi tanıyor” diyesim geldi! Keşke diğer 60 Kuşağı şairleri için de böyle incelemeler yazsa, bu çalışmasını sürdürse… 

Söz konusu kitapla tanışmam, diyeyim, ilginçtir. Konya’da yaşamakta olan çok eski bir arkadaşım Saim Sakaoğlu’nun bir e-postasıyla haberim oldu kitaptan. Sakaoğlu, Türk edebiyatı alanında adı bilinen emekli bir öğretim üyesidir… Böyle bir çalışmadan hiç haberim olmadığı gibi Yiğitler ile de bir tanışıklığımız yoktu. Kitabı edinip okuyunca doğrusu emeğine, araştırmacılığına hayran oldum. Yiğitler’in inceleme/değerlendirme yöntemi de benim benimsediğim bir yöntem olması açısından dikkatimi çekti… 

Daha çok şairlerle uğraştığım için söylüyorum; ister bizden bir şair olsun, ister çevirmek istediğim bir yabancı şair olsun, yaşamını inceden inceye öğrenerek değerlendirme (ya da çeviri) yapmak istemişimdir hep. Yiğitlerler de öyle yapmış. 

Bu arada kendisiyle ilgili bilgi edinmeye çalıştım ve öğrendiğim kadarıyla 1984 doğumlu genç bir araştırmacı. Dilerim çabasını sürdürür ama “marifet iltifata tabidir” denir ya, yine dilerim çalışmaları hak ettiği şekilde değerlendirilir, daha açıkçası hakkı yenmez,

ŞİİRİN BEŞ BIN YILLIK GELENEĞİ

- Şiirin en temel, ilksel tür olduğu görüşünü dile getirsem, devamını nasıl getirir şair Eray Canberk?

“Başlangıçta söz vardı” yerine “Başlangıçta şiir vardı” desek de olur diyerek devamını getirmek isterim. 

Dillerin oluşumu, gelişmesi, bu arada sözden medet umma, bir bakıma söz büyücülüğü konularında, giderek de konuşma dilinden farklı bir dilin, değişik bir dilin oluşması ve buna özel bir ad verilmesi, şiir denmesi konusunda pek çok bilimsel çalışma var. Bunlardan en fazla kabul görmüş olan hangisidir bilemiyorum ama genel kabul görmüş olanına göre bir şeyler söylenebilir elbette. 

İlk oluş, bilindiği kadarıyla şiirin ya da sonradan şiir diye adlandırılan söyleyiş biçiminindir. Burada Sait Maden’in “Bir Şiir Müzesi” adlı üç kitaplık seçkisi geliyor aklıma. Galiba “İnsanoğlunun Beş Bin Yıllık Şiir Serüveni” alt başlığıyla tanıtılıyordu çalışma. 

İlk örnekler de Sümerler’den, Asurlular’dan, Çin’den, Hint’ten, Mısır’dan, Amerika kıtasında yaşamış olan Mayalar’dan ve dünyanın pek çok yerindendi. İlk şiirlerin de dizeler halinde olduğunu görüyordunuz seçkide. 

Bu demektir ki beş bin yıl önceden beri şiir biçim ve söyleyiş olarak aynı kalarak bir gelenek oluşturmuş. Günümüz şairi bu geleneğin görkemini içinde hissederek, belki de bu duyguyla ürpererek ve anlatılmaz bir coşkuyla söylemelidir şiirini, diye düşünürüm. 

‘YAŞAMIMDA NEYSEM ŞİİRİMDE DE ÖYLEYİM’

- Hiçbir tür şiirin şairiyle sahip olduğu bağıntıya, bağlantıya, birliğe sahip değil! Buna karşın kendisine iltimas geçerek, kişiliğini önlere çıkaran bir şair tavrı görmedik sizde. Kendinizi şiirinizin yerli yerince gerisine çekebilmenizi nasıl açıklıyorsunuz? Şiirinizde kendi dünyanız bu bağlamda ne denli yer bulabiliyor?

Birinci sorunuza şöyle cevap verebilirim: Altını çizdiğiniz tavır bence kişilik ya da huy, tabiat ya da yaradılış kaynaklı. Ayrıca da şaire yakıştırılan özellikler vardır. Bunlar birbirine zıt özelliklerdir ve şairini göre kullanılır, şairine göre yakıştırılır. Ataklık, dışa dönüklük, yerine göre abartılı ya da dikkat çekici tavırlar… 

ŞAİR TAFRASI!

Bana sorarsanız ben bu gibi özellikleri yadırgamıyorum şairde. Bu tür davranışa da “şair tafrası” diyorum. Bunu kendine yakıştırmayı başaran, bu tavrı yapmacık değil içtenlikli olan şairleri de seviyorum doğrusu. 

Zıt olarak da sessiz, çekingen, biraz dalgın, biraz hülyalı hal yakıştırılır şaire. Kendine “iltimas geçmek” bu kümeye girenler için söz konusu olmaz sanırım… 

İkinci sorunuzun cevabı aslında bu ilk cevapta örtük olarak verilmiş oluyor. Şöyle de diyebilirim; yaşamımda neysem şiirimde de öyleyim sanıyorum. 

- Çağının acılarına seyirci kalmayan; insanca bir tasa ve direngen bir reddiyeyle harekete geçen şiirlerin de şairisiniz… Buna karşılık, deyim yerindeyse yumuşak ve ve hatta kırılgan, daha çok da kırgın bir hava var şiirlerinizde. 

Memet Fuat sizi “sesini hiç yükseltmeyen” bir şair, kuşaktaşınız Ataol Behramloğlu ise “usul şair” diye niteliyor… Bu özelliklerinize bir de “insanın kendi davranışlarını yargılama” kaygısını ekleyebiliriz. 

“Ben günlük hayatımda neysem şiirimde de oyum” diyebilirim ancak. Şairliğimle, şiirimle ilgili değerlendirme yapanların görüşleri bu açıdan pek çok noktada birleşiyor. Bir de Şener Şükrü Yiğitlerin kitaplaşan incelemesi de varken…

‘YAZINDA VE ŞİİRDE KİTLELERE ULAŞMA KAYGISI ORTAK, ULAŞMA YOLLARI FARKLI’

- Şairin kitlelere ulaşma kaygısı ile bir yazar veya eleştirmenin kitlelere ulaşma kaygısı arasında ne denli fark olsa gerektir?

Yazı sanatlarında “okur”, görsel sanatlarda “izleyici” olmazsa yaratı/ürün var olmuş sayılamaz… Şöyle de diyebiliriz; yaratının/ürünün işlevini yerine getirmesi için “görünür” olması gereklidir. “Müthiş bir şiir yazdım” ya da “Çok güzel bir resim yaptım” demek yetmiyor. Bunları yaratıcının/üreticinin dışında birilerinin de okuması, görmesi, değerlendirmesi gerekiyor. Kitlelere ulaşma kaygısı şairde de vardır, yazarda ya da eleştirmende de. Fark ancak ulaşma yollarında ve biçimlerinde olabilir gibime geliyor. 

‘ŞİİR EMEKÇİSİYİM’

- “Belki de el değmemiş gibi karşımızda duran, yüzyılların kalıplaştırdığı 'insan' kavramı çoktan kirletilmiş ve bozulmuştur. Ozanın dıştan içe doğru girmesini zorunlu kılan da budur.” Yakalamışız usta şairi soralım, başka? 

Önce belirteyim; “usta şair” nitelemeniz beni mahcup etti! Teşekkür ederim… “Usta şair” demeyelim de bunca yıldır şiir sanatına hizmet etmeye çalışan bir “şiir emekçisi” diyelim… 

Evet, bence de insan kavramı konusunda bir kirlenmişlikten, bir bozulmuşluktan söz edilebilir. Yoksa buna doğrudan “kirletilmişlik” mi demeli? Ben “insan cevheri”nin hâlâ kendini koruduğunu düşünüyorum. “Kirletilmenin” nedenleri de günümüzde herkesçe biliniyor. İktisadî/siyasal dizgeler, tüketim tutkusunun körüklenmesi falan… Bu konuda söylenecek çok söz, eleştirilecek çok anlayış var ama işin bu kısmına girmeyelim. 

“GÜNÜMÜZ ŞAİRİ MADEN İŞÇİSİ GİBİ ‘İÇERDE’ YA DA ‘İÇERDEN’ ÇALIŞIYOR”

Önsezisi güçlü biri diye ele alırsak şairi, bireye ve giderek de topluma/toplumlara ulaştırmak istediği bir bildirisi de olmasını doğal karşılamak gerekir. Günümüz şairi, bozulamayan “insan cevherini” gün ışığına çıkarmak için, benzetmek yerindeyse, bir maden işçisi gibi “içerde” ya da “içerden” çalışıyor. Şair dıştan içe doğru giriyor, elbette kişi/kişisellik değil bu, insanoğlu söz konusu. 

‘İLK ŞİİRİM 1959’DA ŞÖLEN DERGİSİNDE YAYIMLANDI’

- Yelken dergisinde, 1963’te yayımlanan ilk şiirinizden ve 1969’da yayımlanan ilk kitabınız “Kuytu Sular”dan bahseder misiniz? O gencin düşlerinden… 

- Yelken’den öncesi de var. Rahmetli arkadaşım Atilla Özkırımlı saptamış; Türk Edebiyatı Ansiklopedisi adlı çalışmasında benimle ilgili maddede ilk şiirimin Edebiyat Fakültesi Öğrenci Cemiyeti’nin çıkardığı Şölen dergisinde, 1959 yılında yayımlandığını kaydetmiş. O sıralar Orhan Veli ile Özdemir Âsaf şiirleri etkisinde bir şeyler karalıyordum. Bunlardan birini de, o sıralar keşfettiğim Yelken dergisine göndermiştim. 

“Size Mektup Var” sayfasında dergiye gönderilen şiirler, yazılar değerlendiriliyordu. Bu sayfada benim için de bir mektup, daha doğrusu bir uyarı vardı. Sabırlı olmam, deyim yerindeyse “şiir çalışmam” salık veriliyordu. 

ŞÜKRAN KURDAKUL İLE AFŞAR TİMUÇİN İLE İLK TANIŞMA

Bu uyarı gerçekten benim için yararlı oldu. Sonradan öğrendim ki söz konusu “mektupları” yazan Şükran Kurdakul’muş. Bu arada Fakülte’de sınıf arkadaşı olduğumuz Afşar Timuçin ile tanıştım. Afşar’ın o sıralar şiirleri Yelken’de yayımlanmaya başlamıştı. Afşar da şiirde yolumu bulmamda çok yardımcı olmuştur… 

Neredeyse 4 yıl süren bir çalışma ve sabırdan sonra belli bir şiir anlayışının ürünleri ortaya çıkmaya başladı ve Yelken’in Ocak 1963 tarihli sayısında o şiirlerden biri yayımlandı. O yıllarda şiirleri yeni yeni yayımlanan kuşaktaşlarımın içinde severek, beğenerek okuduğum, iyi şair olarak gördüğüm arkadaşlar vardı. Onların arasında kendime yer bulmamın kolay olmayacağını düşünüyordum açıkçası. 

‘BEHÇET NECATİGİL İMDADIMA YETİŞTİ!’

Derken Behçet Necatigil, tam anlamıyla “imdadıma” yetişti. Yeni Dergi’nin sanırım Temmuz 1966 tarihli sayısında genç şairlerden beğendiklerinden seçtiği birer şiir yayımlanmıştı. Benden de “Boş” başlıklı şiirimi seçmiş! Bu beni çok sevindirmiş, kendime güvenimi artırmıştı…Yeri gelmişken; bu şiirin daha sonra, Ümit Yaşar Oğuzcan ile Metin Eloğlu’nun ortak hazırladıkları Garip Şiirler Antolojisi’nde de yayımlandığını, buna da çok şaştığımı eklemeliyim! 

‘LİSEDE AHMET HAŞİM VE DİVAN EDEBİYATINA AŞİNAYDIM’

- Sizden bir alıntı: “Şair gençken şiirin ‘işlenmiş madde’lerinden yararlanarak şiir yazar: Olgunlaşınca ‘ham madde’den yararlanarak şiir için ‘işlenmiş madde’ üretimine geçer. Her döneminde ham maddeyi kullanmaktan korkmayan ya da ham maddeyi işlenmiş maddeye dönüştüren şaire ne mutlu!” 

Bu değerlendirmenizden hareketle ilk yıllarınıza dönerek sorarsam; genç bir şairin şiirini kurmak, inşa etmek üzere ilk çıkışları yaptığı; o en alıcı, esine ve etkiye en açık olduğu ilk dönemleri nasıl anıyorsunuz?

Aslına bakarsanız ben lise yıllarımda Ahmet Haşim’e ve Divan şiirine meraklı bir öğrencinin bilebileceği kadar aşinaydım. Ahmet Haşim’i tanımamda lise 1’deki edebiyat öğretmenim Aysel Mutluay’ın (çok sonraları Rauf Mutluay’ın eşi olduğunu öğrenecektim), Divan edebiyatına ilgi duymamda da lise 2’deki edebiyat öğretmenim Melike Doğramacı’nın etkisi vardır. 

Aysel Mutluay dönem ödevi olarak bana Ahmet Haşim’i vermişti. Melike Doğramacı da, benim Divan şiirini Osmanlıca kelimeleri hatasız ve aruz veznine uygun olarak okumayı becerdiğimi fark etmiş olmalı ki derslerde Divan şairlerini önce bana okutur, sonra derse başlardı… 

‘1957-1963 YILLARI ARASI BİR ARAYIŞ DÖNEMİMDİ’

Daha sonraları Ziya Osman’a, Cahit Külebi’ye, Behçet Necatigil’e, Attilâ İlhan’a yakınlık duydum… 

Diyeceksiniz ki “Daha önce değindiğiniz Orhan Veli ve Özdemir Asaf ilgisi nereden çıktı?” Haklısınız, bu ilgi “yenilikçi şiir böyle olmalı” saplantısından çıktı ve kısa bir dönem sürdüydü. Demek ki aşağı yukarı 1957-1963 yılları arası bir arayış dönemi geçirmişim… 

Benden yaptığınız alıntıya da değinmek isterim. Belli belirsiz sapmaları ya da kendi içinde kalarak yadırgatıcı olmayan değişimleri/denemeleri zaman zaman göze alsa da kendi çizgisini dosdoğru sürdüren şairler etkilemiştir beni. 

‘ÇİZGİSİNİ DOSDOĞRU SÜRDÜREN ŞAİRLER ETKİLEMİŞTİR BENİ’ 

Deneme yapmaktan korkmayan, dahası her kitabında değişik bir şiir anlayışı sergileyip ustalığını sürdürebilen şairlere de hayranlık duymuşumdur ama o kadar. Her iki durumda da ham madde işlenmiş maddeye dönüştürülüyor elbette ama ikinci durumda ham maddenin işlenmiş maddeye dönüştürülmesinde işlem farkı giriyor işin içine. 

‘HER YAZILAN ŞİİR DEĞİL. ÇOK YAZARAK DEĞİL ÇOK OKUYARAK ŞAİR OLUNUR’

- Dergilerin o kurucu dönemdeki yeri, etkisini anlatır mısınız? 

Herkes şiir yazabilir, daha doğrusu şiirle az çok ilişkisi olan herkes şiir yazabilir ama bu her yazılan da şiir değildir bence. “Şiir yazarak değil şiir okuyarak şair olunur” sözü bu açıdan bence önemlidir. Belki de ben böyle düşündüğüm için böyle diyorum… 

Edebiyat dergileri edebiyatın kılcal damarlarıdır. Şiir yazmaya niyetlendiğim ilk yıllarda, edebiyat dergilerinin önemini fark etmiş olduğumu pek sanmıyorum ama yine de bir gereksinme duymuşum ki bir iki edebiyat dergisi izlediğimi hatırlıyorum. Söz gelişi Varlık dergisi, derken Yelken, Yeditepe, Dost, Türk Dili… 

Bu dergilerdeki şiirlerin elbette etkisi oldu bende. En azından “Ben ne yazıyorum? Günümüzde şiir nedir?” sorularını kendinize sormanıza yol açması bile yeterli. Okuduklarınız sizi uyarıyor, etkiliyor. 

TOPLUMCU GERÇEKÇİ 60 KUŞAĞI ŞİİRİ!

- 1960 kuşağının şiiri, şairliği, el alışı ve verişi… Diri kalan duyguları, mirası! Nasıl yorumlar şairi?

Ben 60 Kuşağı şairlerinin çıkış ve oluşum süreci sırasında dönemin edebiyat ortamı bakımından da, toplumsal/siyasal ortam bakımından da göz önünde tutulması gerektiğini düşünüyorum.. 

O tarihlerde yenilikçi şiirimizin önemli bir birikimi oluşmuştu. Hececiler, Toplumcu gerçekçiler, Birinci Yeni ve İkinci Yeni şairleri, ayrıca bunların dışında değerlendirilmesi gereken şairler… Genç şairlerin böyle bir birikimden ya da kalıttan yararlanma olanağı buldular. 

1960’lı yılların başlarındaki toplumsal/siyasal değişimler ve oluşumlar da etkileyici oldu. “Toplumcu gerçekçi” şairler diye adlandırılan ve genellikle baskı altında tutulmuş, verimleri pek tanınmayan birçok şair de edebiyat ortamında görülmeye ve genç şairlerce tanınmaya başlamıştı… 

60 Kuşağı bütün bunlardan yararlanmasını bildi, bana sorarsanız. Dünya görüşleri, şiir anlayışları ne olursa olsun, 60’lı yıllardaki çeşitli edebiyat dergilerine göz attığınızda, genç şairlerin verimlerinin yeni bir anlayışla ortaya çıktığını görürsünüz. 

’60 KUŞAĞI ARACI KUŞAKTIR, KÖPRÜDÜR!’

60 sonrası kuşağı da bu şiir üzerinden kendi şiirini kurdu. Bu açıdan 60 Kuşağı bir “ara kuşak” gibi görülebilir ama bana sorarsanız “aracı kuşaktır” ya da “köprüdür”. Duyguların da kalıtın da devredici bir doğası var zaten. 

- “Aynı akımın içinde olup da sesini yaratan şair, tam anlamıyla şairdir.” Akımların özellikle genç şairler üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerine, gücüne yorumunuz nedir? Ekoller konusunda şair neye dikkat kesilmeli?

Akımlar, ekoller, kümelenmeler, çevreler… Bunlar elbette durup dururken ortaya çıkmıyor. Bunların oluşmasında edebiyat anlayışları, edebiyata bakış açısı elbette önde geliyor ama toplumsal/siyasal etmenler de söz konusu. Geçmişin edebiyat yaşamına ya da edebiyat tarihine bakıldığında bu oluşumlar zaten kendilerini belli ediyorlar. 

Bence genç şair kendi şiirini kendi kendine, ama gelmiş geçmiş şiir sanatını da bilerek, oluşturmalı. Edebiyat tarihçisi nasıl olsa onu bir yere yerleştirecektir! Tanımlanmış bir akıma ya da anlayışa uygun sanat yapmak yapaylığa yol açar, yaratıcıyı sınırlar diye düşünüyorum. Genç şair bundan kaçınmalıdır. 

‘ŞİİR HÂLÂ YAŞARLIĞINI SÜRDÜRÜYOR’

- Çok okuyan, araştıran, yurduna, dünyaya, şiire kafa yoran şairlerimizden birisiniz. Şiirde bugünün durumuna yorumunuz? 

Neredeyse şair olmaktan çok şiir okuru, iyi bir şiir okuru olmaya çalıştığımı her fırsatta belirtmişimdir. Bir ölçüde bunu başardığımı, dolayısıyla şairleri nesnel bir bakışla değerlendirebildiğimi sanıyorum. Elbette belli bir şiir anlayışım var ama şairleri, özellikle de genç şairleri değerlendirirken kendi beğenim, kendi ölçütlerim yönlendirici olmuyor ya da söz konusu olamıyor böylece. 

Şimdi bir itirafta bulunayım: Kendimde beğendiğim, kendimle öğündüğüm tek yan “yansız olmak” diyebilirim rahatça. Sorunuzla ilgili olacağı için bu açıklamayı yapmam gerekiyordu. 

Bizim şiirimizle birlikte el verdiğince dünya şiirini de izlemeye çalışıyorum. Birçok şiir ödülü seçici kurulunda yer aldığım için her yıl yüzden fazla şiir kitabı geçiyor elimden. Ayrıca alıp okuduklarım da var. Eskisi kadar olmasa da edebiyat dergilerindekileri de izliyorum. 

Sonuçta hâlâ iyi şairler var, hâlâ iyi şiirler var ve artık şiir yazılmaz ya da şiirin çağı geçti gibi söylemlerin, yargıların aksine şiir hâlâ yaşarlığını sürdürüyor bence. 

‘NECATİGİL BENİM ŞAİRİM!’

- Daha önce de yaptınız biliyorum ama, Jacques Prévert’ten Behçet Necatigil’e sevdiğiniz şairleri birer cümleyle burada da anar, niteler misiniz? 

Bizden de, yabancılardan da sevdiğim şairleri sıralamaya kalksam iş çok uzar!... Elbet Necatigil başta gelir, hem çok sevdiğim ve hem de çok etkilendiğim bir şair. Eskilerden Şeyh Galib, Osman Nevres (ya da Nevres-i Cedid), yenilerden ve gençlerden kimler yok ki, en iyisi ad vermeyeyim de kimsenin hatırı kalmasın! 

Yabancılardan da çok var sevdiklerim. Prévert’in yanı sıra Mallarmé, Aragon, Éluard… Neyse, saymakla bitmez! 

Nitelemeye gelince: Necatigil için sadece “benim şairim” diyebilirim. İlk şiirlerinden birinde şöyle demiş “-Merhaba gece vakti sokakta, / Bir fener ışığında durup / Şiir yazan”. Bazı ıssız gecelerde, geç vakitlerde bir sokak lâmbasının ışığı altında onu görür gibi oluyorum hâlâ… Prévert ise “sevdalı, duygulu ve de muzip Parisli bir haylaz!” 

‘DÜNYA ŞİİR GÜNÜ BİLDİRİSİ VE KORONA’

- 2013 Dünya Şiir Günü Bildirisi’ni kaleme almıştınız. Bildiriyi bugün kaleme alıyor olsaydınız yanı sıra neler eklerdiniz? 

Bugünlerde “korona” salgınıyla baş etmeye çalışıyoruz bildiğiniz gibi. Ben “korona” için “Taçlı musibet” diyorum! Bütün insanlığı her anlamda etkileyen bu tehlike karşısında, bildirinin sonuna eklemiş olduğum çağrıyı daha güçlü bir şekilde tekrarlayarak eklemek isterdim: “Ey insanlar şiire gelin! Şiire kulak verin!” gibisinden… 

YENİ ÇEVİRİLER YOLDA

- Şiirler, çeviriler üzerine yeni tasarılarınızı sorarak bitirelim. Neler var tezgâhta?

Rilke’nin doğrudan Fransızca yazdığı şiirler, Apollinaire’den şiirler… Genç şair arkadaşım Erkut Tokman ile bir Rumen şairden ortak çeviri yapmaya niyetlendik ama bir türlü işe girişemedik. Fransız şairler Desnos ve Éluard’dan yaptığım eski çevirilere yenilerini eklemek istiyorum… Söyleşiyi noktalarken, beni eskilere de götüren bu söyleşi ve ayrıca ilginç sorularınız için de size teşekkür ederim… 

- Asıl ben size teşekkür ederim.

Sevda Türküleri / Eray Canberk / Sözcükler Yayınevi / 144 s.

(cumhuriyet portal'dan)

7 Nisan 2021 Çarşamba

Orhan Veli’yi yaşamak!/ Ataol Behramoğlu

 

“Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır… Orhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?... Orhan Veli’nin şiirlerinde şairin yaşamının her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temaları ön sıradadır. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.”

Bir şair öncelikle bir dil dünyasıdır. O dilin içine girer çıkar, o dilin sözcükleriyle yıkanır, sesleriyle söyleşir, kavramlarıyla düşünür tartışır duygulanırsınız. En önce, hepsinden önce, her şeyden önce gelen dildir, dilin kendisidir. Bu ise, şairin söylediklerinden önce, onları nasıl söylediğinin gelmesi demektir. Çünkü şairin iç sesi,kişiliği, onu o şair yapan şey, söylediklerinin ne olduğundan da daha çok, onları nasıl söylediğindedir.

Konular, temalar aslında geneldir ve sınırlıdır. Yaşam, ölüm, aşk, özlem, keder, savaş, barış, yalnızlık, ayrılık, mutluluk, mutsuzluk; bütün bunlara ilişkin sayısız ayrıntı… Şairin, bunlardan hangilerini şiirinin konusu, teması yaptığı belirleyicidir kuşkusuz… Fakat şiirin gizemi, şairin onları söyleyişinde, onları nasıl söylediğindedir… Şairi (şiirlerini) yaşamak ise; konulardan, temalardan önce, asıl bu özgünlüğü duyumsayabilmektir…

ÂŞIKANE ‘OARISTYS’…

Orhan Veli şiirini onlarla ilk karşılaştığım liseli yıllarımdan bu günlere yaşamayı sürdürüyorum… Beni ilk, çarpan şiiri, pek çok Orhan Veli okurunun, hem şairin yaşadığı yıllarda hem sonrasında ve bugün belki de farkında bile olmadıkları “Oaristys” adlı olanıdır…

Ne demek “oaristys”? Bugün de ilk okuyuşumdaki gibi aynı duygulukla sevdiğim şiirin adının ne anlama geldiğini o günlerde çok da merak mı etmedim, yoksa arayıp bulamadım mı, şimdi anımsamıyorum… Çok sonra, eski Yunancadan ve edebiyatından Fransızcaya ve edebiyatına girmiş bu edebiyat teriminin “âşıkane bir söyleşi, iç dökme, içli-üzünçlü şiir” anlamına geldiğini öğrenecektim…


1936’da Varlık Dergisinde, demek ki şair 24 yaşındayken yayınlanmış bu şiiri, zihnimdeki ve gönlümdeki yerini koruyagelmiştir…


“Ey hâtırası içimde yemin kadar büyük

Ey bahçesinin hoş günlere açık kapısı

Hâlâ rüyalarıma giren ilk göz ağrısı,

Çocuk alınlarda duyulan sıcak öpücük

 

Ey sevgi dalımda ilk çiçek açan tomurcuk,

Kanımın akışını yenileştiren damar,

Gül rengi ışıkları sevda dolu akşamlar

İçime yeni bir fecir gibi doğan çocuk.

 

(…)

 

Ah! Birçok şeyler hatırlatan erik ağacı

Ve o ilk yolculukla başlayan hasret, zindan;

Atları çıngıraklı arabanın ardından

Beyaz, keten mendilimde sallanan ilk acı.”

 

Orhan Veli’den bildik anlamıyla bir “aşk şairi” belki çıkaramayız… Fakat yukarıdaki ilk şiiri gibi, ölümünden sonra 1951’de yayınlanan büyük olasılıkla son şiiri “Aşk Resmigeçiti”nin de aşk üzerine oluşu ilginç bir rastlantı değil mi?...

‘ESKİ BİÇİMLİ ŞİİRLERİ’

“Oaristys” genç şairin Mehmet Ali Sel takma adını kullanarak dergilerde yayınladığı, ölümünden sonraki yayınlarda “eski biçimli şiirleri” başlığı altında toplu şiirleri arasında yer alan şiirlerinin ilkidir.

Bu şiirlere “eski biçimli” denilmesi, “Garip”te ve sonrasındaki şiirlerden farklı olarak ölçülü-uyaklı yazılmış şiirler olmaları nedeniyledir. Yoksa, ölçü ve uyak , neden eski biçim unsurları sayılsın?

Kaldı ki Orhan Veli’nin sonraki şiirlerinde de, bilinen kalıplarıyla olmasa da, ölçü ve uyak unsurları kuşkusuz ki söz konusudur. (Fakat bu, genel olarak “özgür koşuk” kavramıyla ilgili bir başka konudur…)

Ölçülü-uyaklı bu ilk şiirlerine gelince, bunlar, sadece bu kadarla kalınmış bile olsa, bir şairin edebiyat tarihinde yer almasını sağlayacak şiirler olduğu gibi, Orhan Veli şiirini doğru anlamak için incelenmesi, irdelenmesi ve dahası zevkle okunacak şiirlerdir…

Şimdi, şu anda, bu satırları yazmaktayken masamdaki kitabını karıştırdığımda, sözünü ettiğim ilk şiirler arasında karşıma çıkan (1936 tarihinde yazılıp yayınlanmış, ölçülü-uyaklı) “Odamda” adlı şiirin şu ilk dizelerine bakalım:


“Ben miyim bu şeylerin sahibi?

Kafamda bir çocuk var meraksız.

İç âlemim oyuncaktan farksız

Odam, içime bir ayna gibi.”

 

Bu da “Garip” ve sonrasının ilk şiirlerinden “Sevdaya mı Tutuldum?” adlı şiiridir:

 

“Benim de mi sevdalarım olacaktı?

Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım,

Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle?

Çok sevdiğim salatayı bile

Aramaz mı olacaktım?

 

Ben böyle mi olacaktım?”

 

İlki oldukça uzun bu iki şiirde tümüyle bambaşka şeylerden söz ediliyor olsa da, ikisi arasındaki dil aynılığı dikkat çekicidir…

YAŞAMA SEVİNCİ VE ÖZGÜRLÜK

Orhan Veli’nin şiirlerini konu-tema bakımından sınıflandıracak olursak, bu şiirlerin (ve şairin yaşamının) her döneminde “yaşama sevinci”, “özgürlük” temalarının ön sırada olduğunu göreceğiz. Bu sevinci gölgeleyen, savaş, yoksulluk, adaletsizlik temaları da onlara eşlik etmektedir.

01.12.1949’da; talihsiz, beklenmedik ölümünden kısa süre önce “Yaprak” dergisinde yayınlanan “Dalga”, bu iki temanın ve bize Orhan Veli’yi, onun özgün ve büyük şiirini yaşatan dil ve tema birlikteliğin bir sentezi gibidir…


“Mesut sanmak için kendimi

Ne kâğıt isterim, ne kalem

Parmaklarımda sigaram

Dalar giderim mavisinden içeri

Karşımda duran resmin..

 

Giderim deniz çeker

Deniz çeker, dünya tutar

İçkiye benzer birşey mi var

Birşey mi var ki havada

Deli eder insanı, sarhoş eder?

 

Bilirim, yalan, hepsi yalan

Taka olduğum, tekne olduğum yalan

Suların kaburgalarımdaki serinliği

İskotada uğuldayan rüzgar

Haftalarca dinmeyen motor sesi

Yalan....

 

Ama gene de

Gene de güzel günler geçirebilirim

Geçirebilirim bu mavilikte

Suda yüzen karpuz kabuğundan farksız

Ağacın gökyüzüne vuran aksinden

Her sabah erikleri saran buğudan

Buğudan, sisten, ışıktan, kokudan...

 

Ne kâğıt yeter ne kalem

Mesut sanmam için kendimi

Bunların hepsi... hepsi fasafiso

Ne takayım, ne tekneyim

Öyle bir yerde olmalıyım

Öyle bir yerde olmalıyım ki

Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi

İnsan gibi.”

27 Kasım 2020 Cuma CUMHURİYET PORTAL